Sendromun Olsun; Stendhal Gibi…
Doğru oturup eğri konuşalım! Kimse kimseye yalan söylemesin. Eğri oturup da doğru konuşmak mümkün mü? Değil… O halde doğru düzgün oturup eğri eğri konuşacağız ki, sular bulansın. Bulansın ki, sular durulsun. Değil mi?
Şimdi hiç kimse “ben depresyona girmedim, benim hiç sendromum olmadı ki” demesin. İnanılması güç bir ihtimal bu. Bilinçli bir bireyseniz, sendroma da girecekseniz; o da Stendhal olsun.
Niye mi?
Öncesinde size Marie-Henri Beyle (Mari-OnriBeyl), yani takma adı Stendhal olan Fransız yazardan kısaca bahsedelim.
Henri Beyle, 23 Ocak 1783’te dünyaya gelmiş, Stendhal mahlâsıyla bilinen Fransız realist yazardır. Hayatını Fransa ve İtalya’da geçirmiş, yaşamı boyunca yazarlık, askerlik ve diplomatlık yapmıştır. Ancak biz onu daha çok yazar kimliğiyle biliyoruz. Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı gibi romanların yazarıdır. Bunların dışında 59 yıllık yaşamına öykü, deneme, biyografi, otobiyografi ve gezi yazıları sığdırmıştır. 23 Mart 1842 tarihindeise Paris’te hayata gözlerini yummuştur.
Gelelim ‘StendhalSendromu’na…
Stendhal Sendromu adını Fransız yazar Stendhal’dan almıştır. Stendhal Sendromu ya da diğer adıylahiperkültüremi; hızlı kalp atışı, baş dönmesi, baygınlık, şaşırma ve hatta halüsinasyona sebep olabilen bir psikosomatik bir rahatsızlıktır. Aslında aşkın duyguların baskın yansıması, dışa vurumu olarak da ifade edilebilir. Bu sendromun en basit özeti;kişinin sanat eserlerinin bolluğu veya ihtişamı vehayran bırakan duruşu karşısında kendinden geçme halidir.
Bu bir sendrom olduğu için maalesef bir hastalık olarak literatüre girmiştir. Bu hastalığa adını veren ise 19. yüzyılda yaşamış olan Fransız yazar Stendhal, 1817’de İtalya’nın sanatta zirve kenti Floransa ziyareti sırasında SantaCroce (SantaKroçe) Bazilikası’nda Giotto’nun (Ciyotto) fresklerini gördüğünde, anlatılması ve ifade edilmesi güç, aşkın bir duygu yoğunluğu hissettiğini yazmıştır. İşte Stendhal Sendromunun çıkış noktası olarak kabul edilen vaka bu şekilde gerçekleşmiştir.
Floransa’da ortaya çıkan sanat ve bu şehirde sanatçıya verilen değer malumunuzdur. Floransa, başlı başına zaten baş döndüren bir şehir... İtalyan Rönesansı’nı etkileyen bu şehir ve dolayısıyla bu şehre hükmeden Medici ailesinin bunda payı yadsınamaz.
Öte yandan, 19. yüzyıldan itibaren Floransa sanatı karşısında başı dönen ve bayılan insanlar kaydedilmiş olmasına rağmen, Stendhal Sendromu ancak 1979 yılında İtalyan psikiyatr Graziella Magherini’nin Floransa’da bu sendromu yaşayan 100’den fazla ziyaretçiyi gözlemlemesi ve tasvir etmesinden sonra tam adını almıştır.
Sanat, zaten başlı başına büyüleyici bir olgu. Her insan hayatında bir kez de olsa sanat karşısında kalakalmış ve şapka çıkarmıştır. Sanatın amacı da bu değil mi? Her kim olursa olsun kişide doygun duygulara yol açar. Herhangi bir sanat eseri karşısında hayran kalmak ve bunun neticesinde bazı ciddi semptomların ortaya çıkması doğal bir akışın sonucudur. Fakat herkes bu sendromu yaşamıyor, yaşayamıyor. İçkin kalan, aşkın duyguların dışa vurumu için yeteri kadar sanatla dolu olmayan kişilerin uğraşsa da elde edemeyeceği tek şey var, o da ‘Stendhal Sendromu’dur…
Hissedebilmek için, yaşayabilmek için, içkinlikten çıkıp aşkın duygulara varmak için o ‘var’ın içinde olmanız ve bir ayna gibi yansıtmanızla bu mümkün olabilir. Hani Aşık Veysel’in dediği gibi; “güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa…” Bir sanat eserini ancak o sanatı içselleştirmiş ve ruhunda hisseden kişi “aşk” ile anlar. Aşk olmasa onu anlayıp anlamlandıracak bir durumu da olamaz. Ama şu an bu yazıyı okuyor ve bizi duyumsuyorsanız; artık bir sendromunuz var,hem de Stendhal gibi…